Moskova’nın dondurucu soğuğunda, kendi iç dünyasında yanmayı sürdüren bir adam: Mihail Bulgakov. Yaşamının en derin çığlığını, hem korkusuz hem de çaresiz bir inatla kağıda döktü. Usta ve Margarita—kaybedilmiş hayallerin, bastırılmış arzuların ve zamana karşı direnen kelimelerin romanı. Sovyet rejiminin ağır baskısı altında, bu kelimeler Bulgakov’un susturulmuş sesi olarak yıllarca saklı kaldı. Bulgakov’un ölümünden yıllar sonra gün yüzüne çıkan bu roman, okuru bir gölge gibi Moskova sokaklarına çağırıyor ve bize şunu soruyor: Bir hikaye, kendini yok sayan bir dünyada nasıl var olabilir?

Bu yazı, Usta ve Margarita’nın hem edebi hem sinematik dünyasında kaybolmuş zamansız sorularını, insan ruhunun sınırlarını zorlayan ahlaki ikilemleri ve Lockshin’in kadrajından özgürlüğe açılan kapıları aralamak isteyenler için bir rehber niteliğinde.

Bulgakov’un kalemi, en acımasız zamanlarda dahi sansüre meydan okumuştu; bugün Lockshin, o kalemin izinde, adalet ve özgürlük adına güçlü bir direniş çağrısını beyaz perdeye taşıyor. Filmin anlatısında yankılanan bu güncellik, Rusya’nın çalkantılı günlerine yeniden ayna tutarken, Bulgakov’un ruhu sanki kadrajın içinden sesleniyor: Yazar ölse de fikirler yanmaz.

 

https://www.gzt.com/infografik/nihayet/mihail-bulgakov-46862

Mihail Bulgakov, Sovyet rejiminin sert ve amansız sansür politikalarının gölgesinde yaşamış, ancak ölümünden sonra edebi bir dev haline gelmiş isimlerden biridir. O, yalnızca bir romancı değil, aynı zamanda Rus edebiyatının en büyük hiciv ustalarından biri olarak da kabul edilmelidir. Usta ile Margarita gibi bir başyapıtın yazarı olmasına rağmen, Batı’da dahi uzun yıllar hak ettiği ilgiyi görememiş olması dikkat çekicidir. Onu anlamak için, 20. yüzyılın totaliter rejimlerine karşı kalemini bir silah gibi kullanan edebiyatçılar kuşağının bir parçası olarak değerlendirmek gerekir.

Bulgakov’un en büyük ilham kaynaklarından biri Gogol’dü. Gerçeküstücü ve alegorik unsurların ardında keskin bir toplumsal gözlem yeteneği barındıran üslubu, doğrudan doğruya Gogol’ün mirasına yaslanıyordu. Ancak Bulgakov, sadece bir taklitçi değildi; tersine, Sovyet sisteminin çelişkilerini, baskıcı yapısını ve iki yüzlülüğünü açığa çıkaran anlatılarıyla Rus edebiyatında kendine özgü bir yer edindi. Yazdığı metinler, kimi zaman tamamen yasaklanmış, kimi zamansa sansürlenerek yayımlanmış olsa da, Bulgakov hiçbir zaman otosansüre boyun eğmedi. Dönemin ideolojik kalıplarını reddediyor, sanatı propaganda aracı olarak kullanmayı şiddetle reddediyordu.

1891 yılında Kiev’de dünyaya gelen Bulgakov’un hayatı, yaşadığı coğrafyanın tarihsel çalkantılarıyla şekillendi. Tıp eğitimi almasına rağmen, yazar olma arzusuna karşı koyamadı. Fakat Sovyet rejimi, onun edebi üretimini sürekli engellemekle kalmadı, ona ideolojik bir kimlik atfetmeye de çalıştı. Özellikle iç savaş konusunu ele aldığı eserlerinde, rejim tarafından “Beyazlar’ın tarafını tutmakla” suçlandı. Oysa Bulgakov ne Beyazlar’a ne de Kızıllar’a tam anlamıyla bağlıydı; onun sadakati, yalnızca edebiyataydı. Stalin yönetimi, 1930 itibarıyla eserlerini tamamen yasakladı, tıpkı yıllar sonra Boris Pasternak’a yapacağı gibi. Bu noktada Bulgakov’un kaderi, Doktor Jivago’nun yazarıyla benzer bir trajediyi paylaşır.

Hayatının son yıllarında büyük sıkıntılar yaşasa da, Bulgakov’un kalemi asla susmadı. Sansüre, dışlanmaya ve maddi zorluklara rağmen yazmayı sürdürdü. Stalin’e yazdığı ünlü mektubunda, “Bir yazar olarak düşünmeye ve olayları kendi gözümle görmeye hakkım var” diyerek, totaliter rejimlerin en çok korktuğu şeyi—bağımsız düşünceyi—savunuyordu. Bulgakov’un bu cesareti, ironik bir şekilde, Stalin’in dikkatini çekti ve ona bir telefon görüşmesiyle yanıt verdi. Bu, belki de Sovyet tarihinde bir liderin doğrudan bir sanatçıyla temas kurduğu ender anlardan biriydi. Görüşmenin ardından bazı tiyatro eserlerinin yeniden sahnelenmesine izin verildi, ancak Bulgakov’un hayatı boyunca özgürce yazmasına hiçbir zaman tam anlamıyla müsaade edilmedi.

Ölümünden sonra, Bulgakov’un değeri anlaşıldı ve eserleri dünya çapında yankı uyandırdı. Bugün Usta ile Margarita, sadece Rus edebiyatının değil, dünya edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak kabul ediliyor. Tarihin ironisi şudur ki, Sovyet rejimi onun sesini kısmaya çalışırken, onu ölümsüz bir figüre dönüştürdü. Totaliter bir sistemin kıskacında sıkışan bir sanatçının mirası, nihayetinde sansürcülerin değil, okuyucuların ellerinde şekillendi.