Rejeneratif Zamanın Kalp Atışı: Substance’ın Distopyası

Karabatak – Mart 2025

Elisabeth Sparkle, bir zamanlar televizyon dünyasının parlayan yıldızıydı. Stüdyosunun koridorlarında asılı duran gençlik yıllarının ihtişamını yansıtan devasa portreleri, onun eski günlerinin birer yankısı gibiydi. Ancak bu görkemli görüntüler, artık sadece geçmişin soluk birer hatırasına dönüşmüştü. Elisabeth, ne zaman o koridorlardan geçse, kendi yansımasında sadece bir zamanlar olduğu kişiyi görüyordu. Her portre, ona artık eskisi kadar parlak olmadığını ve gençliğin yavaşça elinden kayıp gittiğini hatırlatıyordu.

Bir öğle yemeği, Elisabeth’in hayatında dönüm noktası olacaktı. Patronu Harvey, onu bir restoranda buluşmaya çağırdı. Harvey, gücün ve beyaz erkek egemenliğinin ete kemiğe bürünmüş haliydi; kendinden emin, küstah ve kontrolsüz. Yemeğin başında, yağlı bir gülümsemeyle konuşmaya başlayan Harvey, kısa süre sonra Elisabeth’in dünyasını yıkacak cümleyi kurdu: ” İnsanlar sadece insandır, benim de onlara istedikleri şeyi vermem gerekiyor; bu, hissedarları da mutlu ediyor. Ayrıca insanlar daima yeni şeyler istiyorlar, çünkü yenilenme kaçınılmazdır; fakat 50’ye gelince her şey durur.” Elisabeth’in kulaklarında bu cümle yankılanırken, dudakları kurumuş, kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Hayatı boyunca bedenine ve güzelliğine yatırım yapmıştı, ancak şimdi tüm bunların hızla değersizleştiğini görüyordu.

Elisabeth, bu aşağılanmayı unutmak için arabasına atlayıp hızla evine dönmek istedi. Ancak zihnindeki karmaşa, onu bir trafik kazasına sürükledi. Hastaneye kaldırıldığında, doktorlar sadece birkaç yüzeysel yarası olduğunu söyledi. Ancak asıl yara, onun ruhundaydı. Hastanedeki kısa tedavi sırasında, bir hemşir onu “iyi bir aday” olarak değerlendirdiğini belirten garip bir yorum yaptı. Elisabeth ne demek istediğini anlayamadan, cebinde bir USB bellek buldu. Belleği evinde incelediğinde, “The Substance” adında bir maddeye dair bilgilerle karşılaştı. Bu madde, gençliği ve güzelliği geri getirebileceğini vaat ediyordu.

Evde, bu maddenin ne yapacağını tam anlamadan kendine enjekte etti. Vücudunda hissettiği dayanılmaz acı, bir doğumun habercisiydi. Sparkle’ın sırtından, genç ve kusursuz bir beden olan Sue doğdu. Sue, Elisabeth’in “daha iyi” bir versiyonu olarak parıldıyordu. Elisabeth’in gözleri, Sue’nun mükemmel teni ve genç enerjisi karşısında hayranlık ve kıskançlıkla doluydu. Ancak bu dönüşüm, Elisabeth’in sadece bedenini değil, ruhunu da derinden değiştirmişti. Artık yalnızca kendi kimliği için değil, Sue’nun varlığını sürdürebilmesi için de bedensel fedakârlık yapması gerekiyordu.

Elisabeth, gençlik ışıltısının peşinde koşarken, varoluşunun her bir parçasından ödün vermişti. Sue, yalnızca onun elleriyle şekillendirdiği bir güzellik tanrısı değildi; aynı zamanda ruhunu yavaş yavaş kemiren, sahip olduğu her şeyi yutan bir gölgeydi. Bir zamanlar zarif ve büyüleyici bir çiçek gibi açan Elisabeth, artık kendi yarattığı heykelin etrafında solan bir yapraktan ibaretti.

Sue, toplumun gözünde bir yıldızdı; pürüzsüz teni, mükemmel çizgileri ve büyüleyici zarafetiyle kusursuzluğun simgesiydi. Ancak bu suretin ardında, Elisabeth’in kendi benliğine karşı giriştiği amansız bir savaş yatıyordu. Sue, yalnızca güzelliğin ve gençliğin standardını değil, aynı zamanda Elisabeth’in ruhunu da ele geçiren bir canavar olmuştu. Her geçen gün, Sue’nun ışığı daha parlak hale gelirken, Elisabeth’in varlığı daha da silikleşiyordu.

Sparkle: Masallardan Modern Bir Kâbusa, Sinema Tarihine İncelikli Bir Saygı Duruşu

Filmde Sparkle karakterinin dönüşümü, klasik masal anlatılarından ödünç alınan dönüşüm temasını modern bir korku bağlamında ele alıyor. Grimm Kardeşler’in Rumpelstiltskin (1812) masalındaki ahlaki bedellerden, Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi (1890) eserindeki güzellik saplantısına kadar pek çok tematik paralellik içeriyor. Sparkle’ın hikâyesi, ayrıca toplumun dayattığı “ideal” kimlik uğruna kendini dönüştürme çabasını, Sindirella masalındaki (ilk olarak 17. yüzyılda anlatılmıştır) büyülü dönüşüm temasına göndermelerle derinleştiriyor. Sparkle’ın trajik sonu, toplumsal beklentilerin bireyi nasıl yıkıma sürükleyebileceğinin güçlü bir yansıması olarak dikkat çekiyor.

Coralie Fargeat’ın yönettiği The Substance (2024), yalnızca Demi Moore’un çarpıcı performansıyla değil, aynı zamanda sinema tarihinin kült eserlerine yaptığı incelikli göndermelerle öne çıkıyor. Filmde, Stanley Kubrick’in The Shining (1980) filmindeki tekinsiz atmosferden, Brian De Palma’nın Carrie (1976) filmindeki psikolojik gerilime kadar pek çok referans yer alıyor. Film ayrıca David Lynch’in The Elephant Man (1980), David Cronenberg’in Videodrome (1983) ve The Fly (1986) filmlerindeki grotesk dönüşüm ve beden-hakimiyeti temalarını da ustaca yeniden yorumluyor.

Özellikle The Shining’deki Overlook Oteli’nin halısını anımsatan koridor sahnesi, izleyiciye Kubrick’in imzası niteliğindeki simetrik çerçeveleme ve rahatsız edici atmosferi çağrıştırıyor. Bu sahne, filmde yer alan diğer göndermelerle birlikte Fargeat’ın hem korku türüne hem de görsel hikâye anlatımına yenilikçi katkısını güçlendiriyor. Brian De Palma’nın Carrie (1976) filmindeki balo sahnesine yapılan göndermeler, Sparkle’ın tiyatro sahnesindeki kan banyosu ile çarpıcı bir şekilde harmanlanıyor. David Lynch’in The Elephant Man (1980) filmindeki John Merrick’in toplumun vahşi merakına ayna tutan tasviri, filmde Monstroelisasue karakteri üzerinden yeniden yorumlanıyor.

Film ayrıca David Cronenberg’in Videodrome (1983) ve The Fly (1986) filmlerindeki grotesk dönüşüm ve beden-hakimiyeti temalarını da ustaca yeniden yorumluyor. Sparkle’ın dönüşümü sırasında, Darren Aronofsky’nin Black Swan (2010) filmindeki Nina Sayers’ın psikolojik çöküşünü çağrıştıran görsel ve tematik benzerlikler dikkat çekiyor. Özellikle tiyatro sahnesindeki kan banyosu, Carrie’deki balo sahnesine açık bir gönderme niteliğinde.

Sparkle’ın grotesk bir canavara dönüşmesi, yalnızca onun kendi trajedisini değil, aynı zamanda toplumun birey üzerindeki baskılarını da sorgulayan bir metni içinde barındırıyor. The Substance, bu tarihi ve tematik bağlamlarla modern bir korku klasiği olarak sinema tarihinde yerini alırken, Sparkle’ın hikâyesi bireyin kimlik arayışında yaşadığı trajik bir dönüşümün güçlü bir sembolü olarak hafızalarda yer ediyor.

Dissosiyatif Kimliklerin Çatışan Bedenleri

Medya aracılığıyla yayılan görüntüler, toplumun güzellik standartlarını belirler ve bireylerin bu standartlara ulaşma çabasını tetikler. Elisabeth’in genç ve güzel bir versiyonunu yaratma arzusu, Lacan’ın ayna evresi teorisine paralel olarak değerlendirilebilir. Lacan’a göre, bireyler kendilerini aynada gördüklerinde, bu görüntü üzerinden kimlik inşa ederler.1 Elisabeth’in serumla genç bir versiyonunu yaratması, bu ideal benliğe ulaşma çabasının patolojik bir uzantısıdır. Moda dergilerinin genç, ince, uzun ve beyaz tenli modelleri, Elisabeth’in de dahil olduğu birçok kadının kendilerini bu görüntüye göre değerlendirmesine neden olur, ancak bu, gerçek benlik algısını bulanıklaştırır.

Elisabeth’in iki beden hali, dissosiyatif kimlik bozukluğunun dramatik bir yansımasıdır. Medya tarafından dayatılan güzellik ve gençlik standartları, Elisabeth’te içsel bir çatışma yaratır, ki bu da onun kimlik bütünlüğünü kaybetmesine ve kendisini iki farklı varlık olarak deneyimlemesine yol açar. Elisabeth’in bu durumu, DSM-5’te tanımlanan dissosiyatif bozuklukların bir göstergesidir2, çünkü bireyin travmatik yaşam deneyimlerine (örneğin, yaşlanma korkusu, toplumsal kabul edilememe) tepki olarak kimlik parçalanması yaşar. Filmde, Elisabeth’in kontrolü kaybetmesi ve iki beden arasındaki mücadele, dissosiyatif kimliklerde sıkça görülen kontrol ve kimlik savaşını yansıtır.Elisabeth’in hikayesi, Freud’un narsisizm kavramının bir yansımasıdır. Medya ve moda endüstrisi, bireylerde kendilerine tapma ve ideal bir benlik arayışını teşvik eder. Elisabeth’in gençlik ve güzelliğe olan takıntısı, Freud’un ikincil narsisizm kavramıyla örtüşür; bu, kendine tapma ve mükemmelliği arama arzusudur. Elisabeth’in bu çabası, kendini kabul edememe ve sürekli bir mükemmellik arayışını tetikler, çünkü toplumun dayattığı güzellik normlarına ulaşamamaktadır.3 Bu durum, Elisabeth’in içsel huzursuzluğunu ve sürekli memnuniyetsizlik halini besler, moda dergilerinin ve medyanın sunduğu imajların gerçeklikten ne kadar uzak olduğunu gözler önüne serer.4

Güzelliğin Gölgesindeki Kimlik Kırıkları

Elizabeth Sparkle’ın hikayesi, modern toplumun bireyi şekillendirme çabalarının derin bir alegorisi olarak, kimlik kaybı ve öz benlikten uzaklaşma sürecini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Beden ve ruh üzerinden anlatılan dönüşüm, yalnızca güzellik endüstrisine yöneltilmiş bir eleştiri değil; aynı zamanda insanın kendi özüne yaptığı sancılı yolculuğun varoluşsal bir sorgulamasıdır.

Kusursuz güzellik ideali uğruna verilen mücadele, bir porselenin yüzeyinde beliren ilk ince çatlak gibi, başlangıçta önemsiz görünen ama zamanla büyüyerek kaçınılmaz kırılmalara dönüşen bir hikayedir. Sparkle’ın hikayesi, modern insanın kusursuzluk takıntısı uğruna ödediği bedelin sessiz bir yankısıdır. Oysa insan, gerçekten kendisi olmak istiyorsa, kusursuzluk kibrinden sıyrılabilmelidir. Kusursuzluk, bir armağan değil, insan ruhunun derin yaralarını gizlemek için çekilmiş ince bir perde gibidir. Ancak bu yaraların taşıdığı fısıltılar, bireyin kendi öz hikayesine dair gerçekleri ortaya koyar. Ve bu fısıltıları dinleme cesareti bulan kişi, toplumsal dayatmalardan sıyrılarak özgürlüğe ulaşabilir.

  1. Mears, A. (2011). Pricing beauty: The making of a fashion model. University of California Press.
    1. Amerikan Psikiyatri Birliği. (2013). DSM-5-TR™ Tanı Ölçütleri Başvuru Elkitabı. Arlington, VA: Amerikan Psikiyatri Birliği. Çeviren: Prof. Dr. Ertuğrul Köroğlu. İstanbul: Boylam Psikiyatri ve Esenkal Yayıncılık.
    1. Freud, S. (1914). Narsisizm üzerine: Bir giriş. Sigmund Freud: Psikanaliz Üzerine (E. Öğüt, Çev.), Metis Yayınları. (Orijinal çalışma 1914 yılında yayınlanmıştır)
    1. Tiggemann, M., & Slater, A. (2013). NetGirls: The Internet, Facebook, and body image concern in adolescent girls. International Journal of Eating Disorders, 46(6), 630-633. doi:10.1002/eat.22141

* Demi Moore, sinema kariyerinin doruk noktalarından birine yeniden ulaştı ve The Substance filmindeki performansıyla 2025 Altın Küre Ödülleri’nde Müzikal ve Komedi Dalında En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı. Bu zafer, Karla Sofía Gascón (Emilia Pérez) ve Cynthia Erivo (Wicked) gibi güçlü rakipleri geride bıraktı. Moore’un ödül konuşmasındaki sözleri, bu rolü ne kadar içselleştirdiğini ortaya koyuyordu: “Birkaç yıl önce her şeyin bittiğini düşünmüştüm—belki de yapmam gereken her şeyi yapmıştım. Sonra bu büyülü, cesur ve tamamen çılgın senaryo The Substance masama düştü ve evren bana, ‘Henüz bitmedin,’ dedi.”

- Advertisement -spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz